10 Nisan 2012 Salı

meral okay anısına

bir gece uyandıkca yanımda görmek için seni 
bin kere uyudum sabah..
yola çıkmalı 
durup eşyayı dinlemekten iyidir 
yola çıkmak !






9 Nisan 2012 Pazartesi

bir düğün, bir yolculuk, bir karar


nisan ayı 2012 benim en yoğun sürecim olacak.

bu ay içinde 3 düğün/nikah 1 adet de bekarlığa veda var. bu da her hafta sonumu otomatik olarak kilitliyor. yine de düğünlere katılmayı gayet seviyorum, bir çok kişinin aksine.

photo by Mook Yanisa Leetrakul

aysel, özge'yle beraber risk yönetimindeydi. şu an eşinin doktorası, kendisinin master'ı sebebiyle ingiltere'de yaşıyorlar. işte biz de onların düğünü sebebiyle bu haftasonu izmir'deydik. hem de bir ofis dolusu kız!

cuma akşamı, öğleden sonra dakika saydığımız mesai bitiminde ofisten fırlayıp, alternatif tiplerin (bir adet fred perryli grafik tasarımcı stayla, bir adet şenay düdek saç tasarımı ve bir copycat jude law) ile akşam yemeği yedikten sonra istikamet doğru havalanıydı. 1 saat baya hızlı geçti, üstelik benim bir klasiğim olan uçakta uyumaktan vazgeçmem ya da idil'in sudoku çözememsine rağmen. 

nereye gidilir?

alsancak

evet elinizi denize değdirebilirsiniz. ve hatta güneş altında bolca yanabilirsiniz. biz yandık, siz yanmayın.

cumartesi günü denize karşı kahvelerimizi içerek başladık. konak'ta yapılan konak pier, tek katlı ve türkiye'nin deniz üstündeki tek avm'si olabilir. deniz dibinde oturarak kahve içilebilir. yine aynı mekanda balıkçı, ege yemekleri, mezzaluna ve dükkan burger gibi restaurantlar var. ama yemeği burda yemeyin, biz kordon'da yemeyi tercih ettik mesela.

konak pier'den 15-20 dklık bir yürüyüşle kordon'da gözümüze kestirdiğimiz balıkçı hasan'a oturuyoruz. burada sadece deniz balıkları var. deniz levreği ve çipura yiyoruz. fiyatlar istanbul'a göre komik. yemekler istanbul'a göre daha lezzetli. her türlü izmir istanbul'u döver yani.

daha sonra ise tipik düğün koşuşturmacaları.



yasal öneri: tarfikte size otel yolu soran 5 makyajlı düğün kıyafetli hatunu dünyanın en mutlusu etmek, ortalama bir aylarını keyifli geçirmesini sağlamak ve hafızalarında yer etmek için şu soruyu yöneltin: "hayrola kızlar, mezuniyete mi?" 


cep telefonuyla çekiyorum, kaliteye önem vermiyorum  değil kat'a.
gençler heyecandan kıpır kıpır.

gelin peri kızı gibi. zaten aramızdan ince ayrılan aysel, ingiltere yemeklerine karşı çıkarak ipince kalmış, ardından ilker'i de sürüklemiş. çok tatlıydılar, çok mutluydular. daim olsun!!!


alaçatı

sakin alaçatı sokağı

pazar günü izmir'de durmuyoruz. ufak bir foça-alaçatı oylamasını alaçatı kazanıyor. üstelik ot festivali de varmış. yol bir saat, yaklaşık 100 km. ama en büyük challenge, gidiş dönüşte toplam 4 kez durduğumuz kgs gişesi. gps götürmeyi akıl etmemiz, ogs'yi ise foça planı dahilinde götürmemize gerek olmadığını düşünmemiz de bu eksiklikte etkili tabi. 

burada taktik şudur, açıklıyorum: kgs gişesine giriyoruz ve geçişi tıkıyoruz. arabada oturan 5 kızdan birini yollara salıyoruz. zaten geçmek isteyen araba kızımıza kartı veriyor. tabi işlemi tamamladıktan sonra arabaya dönen hatun gazla derken diğer kızlar onu çılgınca alkışlıyor. hahah. 

yasal uyarı: yolda kalmış 5 mağdura kgs vermek isteyen temiz yüzlü amcayla "aayh bize kalmicak, vermeea" diyen yelloz eşi arasında geçecek kavgalardan sorumlu değiliz. 

anlam kayması: alaçatı 3. ot festivali bence.
3. ise artık geleneksel diyebiliriz.
tabi bizim bir heyecan gittiğimiz ot festivali gerçek ot festivaliymiş. saksılarda yetişen kekikler, naneler, hele hele o enginarlar, dev lahanalar, karnıbaharlar falan pek(!) sevimlilerdi. ayrıca festival kapsamında ayhan sicimoğlu cd imzalıyordu. alaçatı'daki restauratların yarıştığı standlar da vardı. festivalde iki tane yarışma varmış, biri en fazla ot toplama yarışması, ki geçen sene birinci 137 çeşit toplamış, ikincisi ise ot yemekleri yarışması. hatta yarışmaya bir sene önce katılan yemeklerin tanıtıldığı bir de yemek kitapçığı var. bu kitapçığı biz basılı bulamadık ama web sitesinden bulunabilir. google'a güvenmeyenler için buradan tık tık.

aslen, alaçatı sezonunu açtığımızı hissettik. çünkü yazın akşam olan o sokak sıkışıklığı öğlen vakti yineleniyordu. şimdi şu festivale bakıp, o yemekleri görüp, nisanların yaptığı onca tatlılık nasıl göz ardı edilir. 

ne yenir?

buralara gelip balık yememek olmazdı. riba'nın kapalı olmasıyla aslen çok güzel güveç yemekleri yapan şişarka'da barbun yemeye karar verdik. özde'nin tüm sevimliliğiyle istediği kalamarı geri çeviremeyen mekan sahibi sayesinde sezonun en güzel kalamarlarından birini yedik. özellikle sosunun safi süzme yoğurt, dereotu, ceviz, sarımsak ve zeytinyağıyla hazırlanması egevariydi, pek yakışmıştı. denenebilir.


üzerine kahve ve sakızlı muhallebi, imren han'da. buradan ofis için sakızlı kurabiye de aldık. alaçatı'dan getirilecek en güzel hediyelerden. 

tereyağında güveç barbun. barbun yağmur sonrası ortaya çıkarmış. nikah gecesinde yağan gibi.

taptaze, taze soslu kalamar

her bi şey sakızlı; dondurmasından tatlısına, kahvesinden suyuna


aslında çeşme marina planımız da vardı ama uçağı erken olanları yetiştirmek amacıyla çeşmeden erken ayrıldık. bu arada, izmir garip bi şehir. hiç telaş yok. hiç ama. o kadar sakinki insanları arabayı saatte 60 km hız ile kullanıyorlar. bomboş yol, önde araba var ve önü boş ama 60'la gidiyor. çok garip. bir de şehirde o kadar çok trafik lambası var ki bi ara belediyenin trafik lambacı yeğeni olduğunu düşündüm. gerçi belediye chp'de.

altın vuruş:

ortak fikir, insan işi olmadığı. şarküteri sen ne güzel şeysin. insanın en temel iç güdüsüsün.

kumru aslen fotoğrafta görülen simit vari ekmeğin adı. içinde nohut mayası var. fotoğraftaki ise kumru sandviçi ama artık alışılageldiği gibi kumru diye kısaltılıyor. yola çıkmadan aldığımız mavi büfe tavsiyesini gerçekleştiriyoruz. orijinali kumru içinde sunulan kumru, mavi köşe efes büfe'de ise hamburger ekmeğinde sunuluyor. ben yine de son kalan kumru' da yemeyi tercih ediyorum -ya da mecbur kalıyorum. ağzım hala ağrıyor olabilir, yemesi biraz zor. kalorisini düşünmek istemiyorum, bilmiyorum, umrumda değil. zaten yiyip yiyip sonra üzülmek pek tarzım değil. üzülünce aldığın kaloriler uçmuyor, gülmek ise aksine yüz kaslarını çalıştırıp sıkılaştırıyor.


hava alanında son halimiz, biraz sarhoş gibiydi. hem yorgunluktan söylenen, hem de her kelimeye her bakışa gülen bir grup olmuştuk. 


izmir insanı yaşamayı biliyor. pazar akşamı 6'dan sonra büfeler bile açık değil. herkes sokaklarda. yayaya saygı var. insanlar mutlu, sakin, rahat. yargısız. saygılı ve medeni. sayabileceğim her pozitif sıfat. 

önümüzdeki 10 yıl içinde kendini nerede görüyorsun? sanırım izmir'de. ve bu konuda gittikçe ciddileşiyorum. her izmir'den dönüşümde özlemim daha da artıyor...




27 Mart 2012 Salı

yalandan közde patlıcan

geçen gün eve girerken, sanırsın yaz gelmiş, katta biri patlıcan kızartması yapıyordu. ayıp. nasıl kokar o patlıcan, üzerine sarımsaklı yoğurtla her öğün yiyebilirim.

patlıcan tek sevdiğim sebze. gerçi bir de patates var. ilginç bir şekilde, doğada içinde en fazla nikotin bulunduran besin aslen domates familyasından geliyormuş. bir sigarada bulunan nikotine eşit nikotin alabilmek için 10 kilo patlıcan gerekliymiş. ayrıca fazla patlıcan yemek ağızda aft ve yara yapıyor. bu konu için çok bilimsel bir bilgi bulamasam da, bende sürekli yediğimde yapıyor. kaynak; ben.

patlıcanın her türünü yerim. yağda tabi ki muhteşem oluyor ama diğer bir yol da közlemesi. bunun için nir kaç yöntem var.

patlıcan nası közlenir?

a) ateşte yapayım ortalık kirlensin stayla: alüminyumfolyoya sarılan patlıcanlar ocakta ateşin tam yanına konur. alüminyumfolya, ortalık kirlenmesin diye işte. bunun dezavantajı, eğer patlıcan büyükse içi pişmez.

b) közmatik kullanıyorum, teknolojiye doyamıyorum: migroslarda pazarlarda 4 tl'ye satılan bu türk işi icat  'yemekteyiz'den sonra meşhur oldu. biri şurada reklamını çekmiş, ilk gördüğüm günden beri gülüyorum. bu olayda ocak yerine közmatik kirleniyor. evet çok pratik.

c) of çok tembelim fırın: benim tercihim buydu, başında durup sürekli çevirmek gerekmiyor netekim. ortadan ikiye kestiğim patlıcanların üzerine yarıklar açarak, yağlı kağıt koyduğum tepsiye koydum. pişmesi saatler sürüyor, ama bu benim dereceyi düşük tutmamdan kaynaklanabilir. ızgarayı açıp en üst rafa yerleştiriyoruz, göbekleri bööyle sulanana kadar pişiriyoruz. 160 derecede 40 dk falan tuttum ben.

az tutmuşum, daha çok suyunu salması gerek 


közledikten sonra, domates, kırmızı biber közleyip çatalla ezdiğimiz patlıcanın içine koyabiliriz. biraz da zeytinyağı, sarımsak ve acı biberle süsleyince çok güzel oluyor.ben sade tercih ettim.

burada püf nokta veriyorum, dikkat! eğer ki sıcakken soyulan patlıcanlar limon suyuna direk konursa, rengi kararmaz sapsarı olur. ben bunu bugün baya bi araştırdıktan sonra bulduğum için benimkiler öyle değil.

bu totalde iki şişman patlıcandan çıktı. bostan patlıcan da diyorlar.


bu da akşam yemeğim. yoğurt, domates ve kendi yaptığım köfteler var. köfte yapmak patlıcan közlemekten daha zor. iki kez çektirdiğin kıymayı, ben yağsız tercih ediyorum, knorr harcı ve bir çay bardağı su ile yoğuruyorsun. budur. içine benim korkulu rüyam maydanoz da ekleyebiliyorsun. daha önce klasik tariflerle de yaptığım oldu. köftede son sözüm, tavada pişirirken biraz soya sosu eklemek. her köfteye 2 damla gibi. acaip lezzet katıyor. sanırım seasoning hastasıyım.

köfteleri üstün yanmış, ortası pembe seviyorum. hiç bi şeyin ortası yok yani



denedim:

kavaklıdere üzüm suyu.

kavaklıderenin konsantre olmayıp üzümleri kabuk ve çekirdekleriyle sıkmasıyla yaptıkları bu meyve suyu sonradan pastorize edilmiş. alicante üzümleri kullanılmış, ben şişe üstü bilgisinin yalancısıyım. bu meyve suyunda iki şeyi çok sevdim, içindekiler itibarıyla çok doğal, piyasada bulunan adı meyve suyu, orijinali jelibonunun sulandırılmışından bozma, koruyuculu, boyalı, şekerli 'şey'lere oranla bunu sürekli içebilirim. tadı zaten tatlı mor üzümlere benziyor. ikincisi, cam şişede. bu da son günlerde pek önemli ola,n üstünde durulan bir konu. hoş, ben tetrapak'a da karşı değilim ya, plastik şişeler biraz şaibeli. 

kavaklıdere, adına yakışır şekilde, alkolsüz içecek pazarında da bu işi kıvırdığını bana kanıtlamış oldu. isterseniz size de kanıtlayabilir.  fiyatı 1.5 tl, 200 ml.

26 Mart 2012 Pazartesi

bir haftasonu güncesi


uzuun bir haftasonu geçirdim.

daha önce de belirttiğim gibi; haftaiçlerinde ofisten eve, trafikten olabildiğince kaçarak zaman geçirdiğim için, tüm sosyal etkinliklerimi genelde hafta sonuna atıyorum.

İşte tam da bu prensiplerle çelişen bir cuma günü geçirdim. duygu-hasan bebilerin evlenmek için aldıkları kararın ardından bizi sallamalarının üzerinden yeterince süre geçti. işte hepsini bi miktar telafi etmek, bir de davetiyelerini almak için cuma akşamı daha önce de gidip sevdiğimiz savoy’da rakı balık yapmak için sözleştik. ekte çok da net olmayan yemek sonrası bir foto var.

iphone farkı ya da çeken yeteneği

mütevazi misin sen,  oyuncakbalık da koyarmış aman aman

savoy balık: savoy’un aslen bir pastanesi var daha önceden meşhur olan, sonra yanına bu balıkçıyı açmışlar. cihangir’e sanırım 3. ya da 4. gidişim, insanlar burada tam olarak ne buluyorlar onu da pek anlamıyorum. taksim ilk yardım'ı 100 mt geçince solda. önünde cihangir otoparkı var. bu sebeple araç problem değil, tabi içilmeyecekse.


Savoy’un mezeleri çok güzel ve özel. hatta şunu söyleyebilirim ki, biz o geceyi meze+arasıcak ile bitirdik. fiyatlar çok absürd değil, mesela mezelerin tabağı 5 lira gibi bir şey. bir tek biz bu gidişimizde kalamarı beğenmedik, fazla yağ çekmişti ve diri değildi kalamarlar. aksine güveçte karides ise harikaydı. benim favorim, her zamanki gibi, patlıcan ezmesi. farklı bir lezzet olarak levrek marin’i tavsiye ederim.


mezeler çekilmek için değil yenmek için


son olarak mekan cihangirde olduğu için bir çok ünlü görüyorsunuz ama çok salaş bir ortamı var. örneğin o gece gülçin şantırcıoğlu oradaydı ben de kendisini inanılmaz beğenirim, yüzü de saç rengi de muhteşemdi. balık etinin en güzel örneği, yerli christina hendricks.


Cumartesi

saatlerimiz bir kuaförde geçti. evet. türkiye'de ilginç bir şekilde acaip gelişen kuaför sektörü sebebiyle tanıdığım kadınların %86,7'si ayda en az 234 saatini kuaförde geçiriyor. kaynak; ben. yurtdışına gidenler bilir, buradaki mahalle kuaförleri oralara gitseler yılda bir yalı parası kazanabilirler, brütte tabi. neyse. kadınlar garip. saçlarını değiştirince psikolojisi düzelenler mi dersin, kısmeti açılanlar mı dersin, ağlayarak kapıdan çıkanlar mı dersin her çeşiti var. ben de yıllardır orijinal saç rengimi sevmeyen -ki artık orijinalini de hatırlamayan- biriyim ve her seferinde aynı renge boyattığımı düşünsem de hep farklı tepkiler alıyorum. neyse, artık saçlarım biraz daha koyu. bu konu hakkında tüüüm okuyucuların merakını giderdim sanırım :) bundan sonrasında ise ilknur ile kitchnette'de yemek yedikten sonra istinye parka gittik. burada kendimizi dubai'de gibi hissettik. muhtemelen saat 8 sonrası istinye park'ın nüfusunun %78.5'i arap'tı. "para var huzur var"ın yeni söylemi kendi aramızda "petrol var huzur var". o zaman sorumuz gelsin:

insan o kadar para verip (~yaklaşık 10 asgari ücret) aldığı ayakkabıyı ne yapar?

a) çarşafımın altına giyiyorum boyum uzuyor.
b) evdeki diğer hatunlarla bölüşüyoruz zaten, ucuza geliyor.
c) ev gezmelerinde çok moda bu abiyeler kuzum
d) çok istiyorsan, gel seni de alalım 4. olarak yavrum.

neyse, içerideki dolaşmamız bittikten sonra saatlerce oturup dedikodu yaptık. evet. ama gıybet değil. yani iki hatun bir araya gelince bi yerden sonra konular o noktalara ulaşıyor. bu muhteşem muhabbeti daha da uçuran şey ise makaron'du. 

mor erik ve kahve. poşette aldık, ona para istemiyorlar valla.

kişisel olarak acıbadem kurabiyesine tercih etmeyeceğim bu tatlı, artık herkesin bildiği gibi, meyveli bezelerin içinde meyveli kremadan oluşan atıştırmalık. aslen fransız kökenli olan bu tatlının daha küçüğünü babam yıllar önce lüksemburg'dan getirmiş adına da "lüksemburger" demişti. nerden bilirdim o getiridiklerinin de laduree olduğunu. laduree, ünlü bir fransız markası ve istanbul'da bebek ve istinye park'ta  bulunuyor bildiğim kadarıyla. pastanelerin özelliği tasarım olması, bir butik gibi. hepsinin kendi için bir bütün olan ama özel dizaynı var. bu kısmı beni ilgilendirmiyor. makaronların tanesi 4 lira, ama özel tasarım kutularıyla alındığında fiyatları biraz daha yükselebiliyor. özelliği, mevsimine göre meyvelerden yapmaları ve gerçek meyve kullanmaları, yani gıda boyası yok. ayrıca tanesi 60 kalori, 150 deseler de şaşırmazdım. önerim, ilknur'un yediği mor erikli olanı. ortak yorumumuz bugüne kadar gerçek mor erik bile yemediğimizdi. gerçekten laduree hem fiyatını hakediyor, hem de ününü.

pazar

arkada zürafa, önde deve kuşu ve gri taçlı turna
(itiraf ediyorum, turnanın adını aradım da buldum)

darıca hayvanat bahçesi: çok uzun yıllar önce, hayal meyal atatürk orman çiftliğindeki hayvanat bahçesine gittiğimi hatırlıyorum. faruk yalçın'ın kurduğu darıca ise, o kadar büyük ve o kadar çeşitli hayvan görme şansı sunuyor ki insana, bence mutlaka gidilmesi gerekli. bir tepe üzerine kurulu mekanı yaklaşık 4 saatte, tüm hayvanları görerek gezdik. havalar daha da ısındığında gezmek eminim ki zor olacaktır. girişi 15 lira. gidiş için de d100'den gebzeye devam edip, darıca sapağına dönüyorsunuz sonra oklar sizi yönlendiriyor. 

güneşi gördüm maymunu.  hedonizmin öncüsü.

hayvanat bahçelerine olan duygularım bu ziyarette de değişmedi. bir yandan hayvanların kafeslere minicik alanlara kapatılması içimi kemirirken; bir pumayı, akbabayı, zürafayı veya lemuru görme şansını sağladığı için vazgeçilmez olduğu. yine bu fikri destekleyen, bahçeyi gezerken kulak misafiri olduğum şu konuşma ise bana bir ders niteliğindeydi: sarı mongosların -ki yolda görsem ben de tanımam-  yuvasının önünde durup, "kızım penguen diye tutturmuştun, al işte buna benziyor" diyen baba. favorimsin. yorumsuzsun. halkımın insanısın, en yüce duyguların adamısın. gerçekten benzerlik inanılmaz.

yer fıstığına alışmış maymunlar. ellerini nisan gibi kullanıyorlar.
ortadaki maymunun göbeğinde yavrusu var, tıkla ve büyüt görmek için.
ayrıca bahçeden o lemurları kaçırmak istedim. sanırım dünyanın en tatlı yaratıkları. nereden hatırlıyorum ben bu ismi derken, madagascar çizgi filminde kendini kral ilan eden o müthiş şey aklıma bi anda geliverdi. alıp eve kaçırmak istedim tellerin arasından severken. bunun dışında elime hapşuran tay! seninle hesabım kapanmadı..


19.saniyede çıkan şey. benim olacaksın fıstık, alıcam seni, binicem üstüne,vurucam kırbacı..
yok len bu farklı bir şeydi.

19 Mart 2012 Pazartesi

afyonkarahisar nedir?

ne güzel şeysin sen ey kaymaklı ekmek kadayıfı
diyet bozduran ezber sildiren seni kerata..
afyon benim için senelerce ankara-antalya arasındaki özdilek'ti. özdilekten aldığım yüzücü mayolarıydı. annemin bayıldığı kaymaklı ekmek kadayıfıydı.

ilknur'un da -konya kadar olmasa da- memleketiymiş. ofis kankitolarının memleketlerini geziyoruz serisinde afyon ayağındayız.

afyonkarahisar meydanı. yukarıda kale.
tam buranın arkasında ise kurtuluş savaşının ilk adımı konak var
 

bu şehre neden afyonkarahisar deniliyor? çok uzun süredir, afyon diye kısaltılan şehrin zamanında geniiiş tarlalarında afyonun hammaddesi haşhaşlar yetiştiriliyormuş. daha sonra müktesebata uyum sürecinde haşhaşlar yok edilince adı kalmış. karahisar kısmının ise o dağın tepesindeki kaleden aldığını düşündük biz. hisar kara değil ama o dağa tırmanma fikri insanı kara kara düşündürür o kesin!



ne yapılır?
benim böyle bir masa hazırlamam muhtemelen 5 gün alır..

ilknur'ların evde kahvaltı! sabah 7'de indiğimiz, kamil koç'un muhteşem otobüsüyle bir o kadar çelişen şoförü ile 7 saatlik seyahatimizin ardından ucu bucağı bulunmayan, oda sayısını sayamadığımız "dönmez residance"'da muhteşem bir kahvaltı yapılır. kahvaltının ana maddeleri, kaymak, organik reçel, sucuk, kaymak, domates, ev yapımı kurabiye ve kaymak. kaymak demiş miydim?


kaymağın öncesi &sonrası

afyon'un kaymağı gerçekten eşsiz. yani istanbul'da da kaymakçılar var, ikbal var ama bu doğal kaymağın tadı afyon'un havası ile çıkıyor. hele üzerine döktüğün bal ile lezzet seviyesi anlatılacak boyutta değil.

nereye gidilir?


şu an cami olan mevlevihanenin sade
 ama alımlı kubbesi
 


afyon mevlevihanesi. konyadaki mevlevihaneden sonra rütbe olarak ikinci sırada geliyormuş.yüksek kubbesi sade olan mevlevihanenin içinde iki odalı bir müze de bulunuyor. mevlevihanenin işleyişini anlatan müze, tasavvuf gerekliliğince gayet sade ve gösterişsiz kurgulanmış. orijinal yapıyı bozmamaları bence doğru bir hareket olmuş. aynen konya'daki gibi, caminin içinde Mevlana'nın yeğenleri olan ermiş kişilerin, ayakları havaya kalkmış sandukaları bulunuyor. sandukaların yanında da özlü sözleri. bu arada, mevlevihanelerin genel adı asitane. kulağa çok fonetik gelen bir kelime değil mi?




buradan sonra şehitoğlu konağında bir kahve molası, yanında gül şerbeti. bu konağın her bir odasının adı türk sanat müziğinin bir makamı, ve içinde konağın ilk sahibinden kalma kocaman, keçi yününden seccade var. bu konak bana tokattaki yengemin evini çok hatırlattı. ahşap olması, kendi içinde iki katlı olması ve oturduğumuz odadaki divan (sedir) muhtemelen bu hatıraların canlandırıcısı.






ne alınır?

kese. bir kaç saat sonra termal sular altında ölü deri ve kirleri atmak için kullanacağız bu nesneyi. vücudumuzun pürüssüz olması için, detoks için gerçekten çok önemli. biraz acı verici olabiliyor keselenmek, ama kış çıkışı o kiri pası atmak için birebir. i love hamam!

ne yenir?

geldik afyon'un af dilediği yere (bu espriyi nasıl yaptım ben de bilemiyorum).

ikbal hakkındaki fikirlerim, işletmenin ne kadar otelcilik sevdasından vazgeçmesi gerekliyse, yemek işinde de o kadar kalması gerektiği. Atatürk'ün afyon'da ilk adı "zümrüt" olan tesislerinde yemek yedikten sonra, bahtı açık olsun manasıyla ismini "ikbal" koymasıyla efsaneleşen işletme, sucuktan kaymaklı ekmek kadayıfına tam bir yemek şöleni. yine tencere yemekleri kapsamında yaptıkları "dana incik" bir çok yerde yapılan kuzu inciğe on basardı. masaya gelen yoğurt ise kıvamı ile bende içinde manda sütü olabileceği konusunda fikir uyandırdı.

sağ baştan, dana incik, patates, püre ve iç pilavı sonra sucuk ve patates
ve yoğurt ve cennet
tüm grubun birleştiği şaşırtan lezzet ödülü ise patatese gidiyor. anne evinde yapılmış gibi patatesin dilimlenmesi  ile yapılan patates kızartması, ağzı dondurulmuş patatese alışmış olan plaza insanlarına patatesin ne olduğunu tekrar hatırlattı.


bonus track!


tam da afyon'a vardığımız o cumartesi günü hürriyet gazetesinde türkiye'de hamur tatlısı yenecek ilk 10 yer yazısı yayınlandı ve bir numarada ikbal var idi. biz de gittik yerinde test ettik. onadık. lezzetten sarhoş olduk. resme tıklayıp büyüttüğünüzde yukarıda verdiğim ad koyma mevzusunu okuyabilirsiniz. böyle de kaynaklı yazarım. hoş, hürriyet gibi karı-kız fotoğrafı tıklatan gazate ne kadar kaynak gösterilebilirse..

14 Mart 2012 Çarşamba

çokilginçyemekler.com

evet, duyar gibiyim. iyice yemek blogu oldu buralar.

hafta içi akşam eve geldiğimde genel olarak hiç bir şey yapmak istemiyorum.bu da beni dışardan yemeye teşvik ediyordu. -du diyorum, nitekim tüüüm anaç hislerimle artık hafta sonundan hafta içine yemek hazırlıyorum. bir iki kez köfte yoğurup buzluğa koydum. değişik tavuk hazırlamak son favorim. ya da en basiti dilim somon alıp marine ediyorum. gerçi onu yine pişirmek hafta içine kalıyor.

bu sebeple ikide bir de farklı tavuk türleri deniyorum. diyette olduğum için, genelde yağ kulanmıyorum. zaten tavuk etinde bulunan yağ pişirme ve vücut gereksinimi için yeterli imiş. ama yine de lezzet katması için konulabilir. hadi izin verdim.

bu hafta cajun soslu tavuk denedim.

cajun soslu diyorum coolmuş gibi oluyor tavuğu:




- kuşbaşı tavuk göğüslerini yağlı sütte, cajun sosu ile marine ediyorum. fazla bekletmiyorum, tavuk çabuk bakteri üretir.


- sonra tavada julyen kesilmiş biberleri çeviriyorum. kavurma gibi. yağsız tabi. bi süre sonra ateşten alıyorum.


- tavukları süzüp, önce suyunu verip sonra çekinceye kadar ateşte çevirdim. sonra 2-3 tatlı kaşığı cajun ekledim. sonra biberleri. baya bi kavurdum. ne kadar kavrulursa tavuğun o haşlama gibi olan tadı azalıyor. en son biraz soya sosu ekledim ki çok kuru olmasın, ayrıca tuzu da yerine gelsin.


hafta içi bu karışımı mikrodalgada ısıtıp yalnız ya da salata üzerinde yiyorum.


----------------------------------------------------------------------------------
salata demişken, değinmek istediğim bir kaç nokta var.



- ofis kankitom, biricik çalışma arkadaşım, iskenderunlu idil'in bana lütfu olan nar ekşisi, piyasada bulunan nar ekşisi soslarından epeyce farklı. piyasadaki "nar ekşisi sosları" glikoz ve şeker gibi ek maddeler içerirken, gerçek nar ekşisi adı gibi ekşi. nar ekşisi soslarındaki o tatlı-ekşi yapay lezzet yok yani. önerim, böyle bir ürün bulabilirseniz- ki web sitesi yapım aşamasında ama kargolayabiliyorlar adınıza- mutlaka denemeniz. o ağzı buran ekşi tat, i-na-nıl-maz. salataya mutlaka bundan koyuyorum.


- elma sirkesi ya da balzamik sirke düz sirke yerine tercih ettiğim ürünler. zevk meselesi. nar ekşisinden sonra daha da keskin bir lezzet oluyor salatada.




markası burada belli olmamış ama victorinox.
evet o çok ünlü çakı firması.
istanbul'da palladium the woo'da bulunuyor.
- yeşilliklerin vitamini gitmesin diye elle bölmek gerek derler.

yine de, geçen gün uzun süredir istediğim o profesyonel mutfak bıçağını alış veriş merkezinde görünce dayanamayıp aldım. solak olmam sebebiyle bugüne kadar bıçaklarda çok zorlanıyordum. bıçağın lazer ile keskinleştirilen tarafı, sağlaklara göre hesap edildiği için, ben bıçağı ters elimle kavradığımda keskinlik özelliği kayboluyordu. işte bu bıçakta o problem yok çünkü çift taraflı inceltme var. ayrıca bıçak sapı da ergonomik.

ha, elime her bıçak geçirdiğimde kendimi yaralayan ben tabi ki yine parmağımı kestim, onun kaçarı yok. üstelik baya derin bi kesik oldu. belki hızlı bi hamle ile behzat ç.'ye konu olabilirim, kesik parmak başlığı altında çıtlık parmağı kontenjanından.

bıçağı aldığım günden beri kendimi mumları bir hamlede kesen malkoçoğlu gibi hissediyorum. benim evdeki bıçaklar da sanırım süs eşyasıymış. "top chef" edasıyla takılıyorum bir haftadır.




20 yılın olayı:


t.c. yasalarına göre, 2012 mart'ı itibarıyla insan yakmak serbest. sadece 20 yıl falan kaçıyormuş gibi yapmak gerek; ama baklava çalarsanız hapse düşebilirsiniz mesela. yakmak serbest. hatta esenyurt'ta yanan işçilerin failleri bu davayı örnek gösterebilirler diye düşünüyorum.


ne diyelim hayırlısı olsun!


bu kadar neşeli ve lakayt konunun dibine bu haberleri eklememem gerekti belki ama dayanamadım. bugün okuduğum şu mükemmel köşe yazısını da önereyim ve bitireyim.


Çünkü insafı yoktur gazetelerin, faşistlerin, çivili sözlerin..."Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır" diyen bir Tansu Çiller’in; "bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilir" diyen dönemin muhalefet lideri Mesut Yılmaz’ın... Fehmi Koru, 4 Temmuz 1993’te şunları yazıyordu: “Komik hikâyelere imza atan yazar Aziz Nesin, bu defa izleri uzun yıllar kalacak bir trajedinin kahramanı oldu. Sivas”ta ilk elde 35 kişinin ölümü, çok sayıda kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan arbede, onun merkezinde bulunduğu yoğun tahriklerle meydana geldi”  

12 Mart 2012 Pazartesi

#ahmetnedimozgur

güzel bir haftasonu geçirdim.

ben en çok sevdiklerimle olduğum, uzun süreler dinlendiğim ama bir yandan da olabildiğimce sosyal olduğum, bolca güldüğüm, mutlu olduğum zamanları seviyorum. kim aksini iddia edebilir ki zaten?

cumartesi günü, uzun süredir görüşmediğim bir grup arkadaşımla etiler kitchinette'de oturduk.
kitchinette, hem diyet menüsüyle göz dolduruyor, hem de uzun süreli oturuşlarda geniş şarap menüsüyle çok doyurucu. kişisel fikrim midpoint'ten daha iyi olduğu.

sonrasında taksim'e geçip, bir barda oturduk. hava inanılmaz soğuktu. bir de dünya düzeni çok kötüydü. masada ülkeyi bir kaç kez kurtardık.

sonra pazar günü esenyurt'ta avm inşaatında yangın çıktı. 11 kişi yanarak can verdi. yanarak. alevler içinde. dumandan etkilenerek. bu ülkede sürekli hatalar yapılıyor. devasa avm'lerin yapımında işçiler konteynerda kalırsa kurtulacaklar. bunun yerine tek çıkışı olan bez çadırlarda ölüme yatıyorlar. yanarak. yanarak öldüler.

bi bakan da çıkıp "çadırda tek çıkış olduğu için işçilerimiz ölmüştür" dedi. ciddi mi acaba? sanırım bu zeka parıltısı onu bakan yapan şey, oradaki şantiye güvenlik şefinden farklı olarak.


pazar günü bir de "rembrandt ve çağdaşları" sergisine gittik sakıp sabancı müzesin'de. sosyal medyada da çokca bahsedildiği gibi, rembrandt'ı rembrandt yapan eserler ya da uğruna filmler çevrilen vermeer'in inci küpeli kız'ı sergide yok. yine de sergi gezilmeye değer. özellikle salonların karanlık olmasından şikayet edilmiş; ama aksine ışık seviyesi resimlerin üzerine dikkati daha çok çekiyor bence. sergi genel olarak kişi ve aile portrelerinden oluşuyor ve bir yandan da karanlık içeriklere sahip. mesela av hayvanlarının natürmortlarının bulunduğu tablolar gerçekçi olduğu kadar da sarsıcı.

aynı müzenin alt katında türk ressamlarının bir sergisi de var. serginin adı "bir ülke değişirken". 2004 yılında türkiye'de en yüksek fiyata satılan Kaplumbağa Terbiyecisi'nin ressamı Osman Hamdi Bey, türkiye'nin yurtdışında en çok tanınan ressamlarından Fikret Mualla'nın resimlerimlerinin de bulunduğu koleksiyon, aslen sakıp sabancı'nın kendine ait resimlere daha sonra müzenin de ekleme yapmasıyla genişlemiş. bu sergi sürekli.

günün olayı:


bu ülkede iyi şeyler oluyor demek isterdim.
ahmet şık ile nedim şener 375 gün sonra bugün serbest bırakıldılar. çoşkun musluk ve sait çakır ile birlikte.
bi kaç gün önce paylaştığım videoda, gazetecilerin düşüncelerinden, fikirlerinden ya da inançlarından değil de tecavüz ve hırsızlık gibi sebeplerden ötürü içeride olduklarını iddia eden biri vardı. demek ki aklanmışlar.
tesadüfe bak ki, tam da sivas (katliamının) duruşmasının zaman aşımına girmesinden bir gün önce.



aynı zamanda gözden kaçırılmaması gereken bir konu da, ahmet şık ve nedim şener'in sosyal medyada göz önünde bulunan tutuklu gazetecilerden sadece ikisi olduğu.


öyle bir ülke olduk ki, 375 gün boyunca sebepsiz hapiste yatan, bildiğin suçsuz insanların tahliyesine sevinebiliyoruz.

pazar günü gezdiğim o serginin atmosferi de, eserlerin kendisi de bugünün türkiye'sinden daha az karanlıktalar bence.

jacob'ın isaac'ı keçi buduyla kandırıp kendini kutsattığı sahne, Govet Flinck
tarih tekerrürden ibaret tabi.

9 Mart 2012 Cuma

8 mart ve şok üzerine şok

dün kadınlar günü münasebetiyle uzun bi yazı patlatmak isterdim aslen. emekçi kadınların gününden, türkiye'deki femen eylemlerine, kadınların iş gücüne katılımından, tam da kadınlar gününde öldürülen ve bugün unutulan diyar b.'ye şöyle detaylı bir inceleme.


Ne? Türkiye yine ön saflarda mı? İ-nan-mam!
Kaynak: Dünya
 



olmuyor ama. blog yazmak bu sebeple zor. gün boyu kafamda bir şeyleri sürekli şekillendiriyorum ama bazen eve gittiğimde o kadar yorulmuş oluyorum ki yaptığım tek şey hipnotize televizyon izleme seanslarım.

türkiye'de kadın olmak zor. dünya'nın bir çok yerinde zor olabilir ama ülkemde daha da zor. kızların okuma(ma)sı, çocuk gelinler, töre cinayetleri, koca dayağı belki benim bulunduğum 'plaza' çevresine uzak ama bu her gün televizyonda veya sosyal yaşamda sürekli karşılaşmamı engellemiyor.












dünün efsane olayı, şirketimizin, yeri geldiğinde akşam saat 8'den sonra ısıtıcıları kapatarak maliyet hesabı yapan şirketimizin, kadınlar günü sürprizi olarak şu çiçekleri dağıtması. ofis bi anda bahçeye döndü. garip bi eylem, yani, bizim şirketten beklenmeyen. bunu bizim şirkette çalışmayan pek bilmez o yüzden detaylandırmaya ihtiyaç duymuyorum. ama çiçekler güzel. hoş benim çiçek bakma maceralarım hep problemli olsa da, bu orkidelere dikkat edip suyunu falan vereceğim. keratalar sizi.







günün ironisi:


 

ahahaha...
Bu şakacı indirim sitelerini seviyorum. markanın adı "10$ tee". pek aşina olmadığım bi firma. fiyatlar gözüküyor sanıyorum. dolar/tl paritesi buradan 11.5 gibi bi şeye denk geliyor. altı üstü tişört yae!
ahahahah...

7 Mart 2012 Çarşamba

bahar tınıları

bugünlerde havalar pek güzel gidiyor. tabii bahar çığırtkanlığı yapmak için çok erken. yine de çıkardım ben gözlüklerimi ortaya.


işte en önemli aksesuarım.
özellikle siyah takım ile çelişkisi bambaşka!
 

bana göre havalar hep yaz olsa, hiç söylenmem. o zaman erken bile uyanabilirim. hahah!

geçen gün yazdığım "sabahları kalkıyorum sürünerek" söylencemden sonra bugün enerji tasarrufu adına bakanlar kuruluna sunulacak olan erken mesai teklifi tam bir şenlik oldu. haha hoş, bizim ofisten çıkış saatimiz 16'ya çekilmeyeceğine göre, sabah da olduğu gibi gitmeye devam ederiz diye yorumluyorum.


aha! kızıl olsa ben dicem!

gerçi benim bildiğim özel sektör, mesai bağlangıcını 7'ye çeker akşamını da 18:00 bırakır. ben olsam öyle yaparım, ne düşüncem çalışanı bea!

meğersem biz yaLNış biliyormuşuz..

Bağış : Tutuklu Gazeteciler Tecavüzcülük Gibi Suçlardan Dolayı Hapiste


bak ya, meğersem olaylar neymiş..



yani, insanın bazen konuşmadığı anlar olur. yorum yapamadığı.
ama biz konuşmadıkça, yorum yapmadıkça bizim yerimize espriler patlatanlar hep olacak..

5 Mart 2012 Pazartesi

hayırlı gidişler ola

gitmek, bırakmak ayrılmak çoğu zaman kalan tarafı eksik bırakır. ama bazen de tatlı gidişler vardır. zor olsa da giden kişi için 'hayırlı' olanlarından.

özge, geçen günlerde aramızdan yeni işi için ayrıldı. yani tabi ki hepimiz üzüldük, efendim karalar bağladık, onsuz ne yaparız diye düşündük bir süre ama şu an her şey onun için daha iyi olacak.

özge'nin meşhur zıplama pozu ve bizim çaresizliğimiz.
geçen sene, eskişehir'deyken.

özge bizim şirkette risk yönetiminde çalışıyordu. taa ereğli'den uzun süredir tanıdığım bıcırık, bildiğin 3 yıl olmuş! önce ekürisi aysel'i ingiltere'ye mastera yolladık. o zamandan beri zaten biraz durgundu. belki çok mutsuz değildi -çünkü biz vardık- ama malum sebepler kendisini yeni ufuklara yelken açmasına yol açtı.

bugün yeni ofisinden sabahın köründe bizlere mesaj atmıştı. yeni iş ve yeni ortam.. bir sürü heyecan ve ufak zorluklar. özge'yi tanıyorsam, bir haftasını almaz oraya alışması ve kendini sevdirmesi. tabi kimse biz olamaz, heheh..

o mailler arasında aklıma üniversiteye başladığım zaman geldi. okulun ilk gününden bir önceki gece bildiğin gergin olduğumu hatırladım. böyle okula gitmek istemediğim zamanlar, o gece hiç bitmese diye düşündüğümü bile hatırlıyorum. aslında hep aynı döngüler. bir şey bitiyor yenisi başlıyor ama bir süre sonra her şeye alışılıyor.

bu da özge'nin giderken hepimize birer tane hediye ettiği renkli kaktüslerden. kaktüslerin radyasyonu 'emdiği' için ofislerde bulundurulması bu aralar bir gelenek. konu hakkında bilimsel bir kaynak bulamadım açıkcası, ama önemli olan zaten bu değil, düşünce. üstelik pembe ya :)



benim genç pembe.  her rengin farklı anlamı var.
radyasyon emip; sevgi, kankitoluk ve umut yayıyor kerata.

baya bir uzun süre altına tabak nereden bulsak diye düşündük, çünkü saksının altı açıktı ve arada sulamak gerekiyordu- ki daha önce aysel kaktüs bakarken çok nadir su verdiğini iletti özge, yani bakması baya kolay- benim için bile! böylece bugün genişce bi bardağı biraz küçülterek benim bitkiye bir yuva kurdum, bilgisayara siper ettim!

4 Mart 2012 Pazar

pazar pazar yaymaca

pazar günlerinin en güzel yanı nasıl ki keyifli, bol muhabbetli, şöyle açık havada yayıla yayıla stressiz zaman geçirmek ise; en kötü yanı da tipik istanbul trafiği ve gece bastıran pazartesi öncesi sendromudur!

bugün dün gecenin yorgunluğu ve uzun bir kahvaltı sonrasında güneşli havaya aldanıp dışarı çıktık.
böyle sakin, nehir üzerinde bir kayıkta oturabileceğiniz, hatta bazen ünlülerin de takıldığı, kedilerden de korkmuyorsanız ve yeni bir yer keşfetmek istiyorsanız "hüseyin bey kafeterya"ya uğrayabilirsiniz.yeri, anadolu hisarı'nda göksu deresi'nin üzerinde. yani manzara olarak boğaz değil, nehir manzarasına sahip.

ben türk kahvem elimde yayılınca fotoğraf falan çekemedim.
google sağ olsun, çekenler varmış

tam da bir önceki postumda yemek bloguna çevirmeyeceğim burayı diyordum ki, yine yemek yaptım ve basitten anlatayım dedim.

soya soslu tavuk yapımı 101


- 500 gr tavuk göğsü (çok yağsız, diyette olmayanlar bence but kullanabilir) tencerede önce suyunu salar sonra çeker.
- çektikten sonra julyen kesilmiş kırmızı (1 adet) ve yeşil biberi (2 adet) ekledim.
- en son sarımsak tozu ve 4 kaşık soya sosu ekledim. biraz daha çevirdim.



-------------------
ben bu yazıyı hazırlarken, bugün birlikte olduğum, taa ankara'dan tanıştığım çok eski arkadaşım, Mithat, hüseyin bey'de çektiği fotoyu bana iletti. kendisi her çektiğini bir şahesere dönüştürüyor. özellikle de düğün fotoğrafları i-na-nıl-maz!


3 Mart 2012 Cumartesi

sosyal sorumluluk vs insan olmak

sakin, sessiz ve soğuk kadıköy havası

benim en büyük problemlerimden biri de uyku! uyku demeyelim de uyanma. lisedeyken, yaz tatili zamanında 16 saat uyuduğum zamanlar bile vardı, yüzüm gözüm şiş uyanırdım. alışkanlıklar değişmiyor işte, hala sabahları o kadar zor uyanıyorum ki. sürüklenerek yataktan kalkıyorum. bir ara mesaim 7.30'da başlıyordu, ereğli'de, sanırım bu sebepten çok mutsuz olduğum zamanlar olarak adlandırabilirim o dönemi.

hal böyleyken cumartesi pazar benim için cennet. 10'da falan uyanmak bana yetiyor. 11-12 arası ise ideal. öyle çok geç yattığımdan değil sadece uyumak sevdiğim eylemlerin başında geliyor. her neyse bu cumartesi biraz plan dışı oldu ve sabahın 8'de maalesef ayaktaydım.

bu kadar vır vır niye? aslında bağlanacağım konu, işte bu kare saat 9.30 civarlarında caddede çekilmiştir. daha hiç bir yer açık değildi, ben de kahveyle zaman geçiriyordum. hala nası uyandım sabah kendimi sorguluyorum..

 yeri gelmişken kahve hakkında kişisel fikirlerimi söyleyeyim:

- sen ne kadar güzelsin ey kahve. kahvelerin kralı da türk kahvesidir ama yemek üstüne daha iyi gider.
- diyet yapanlar için uyaralım, kahvenin selüloite yol açtığı iddiasının yanında -ki hiç zannetmiyorum ki bilimsel bir yönü olsun, içine konulan sütün de yağsız olmasına dikkat etmek gerekiyor. hem üzerinde yağ yüzmüyor böylece. zaten kahve dediğin sade içilir.
- ve son olarak, kahve reflü hastalığı olanlara hiç de iyi gelmez. mideyi kaynatır. boş mideye hiç içmemek en iyisi.

her şeye rağmen vazgeçemiyorum işte..

caddeden dönerken ise şu manzarayla karşılaştım. bu aralar biraz duygusalım ve bu kare benim gözlerimi gerçekten dolduran bir görüntüydü. fotoğraf büyütülürse daha net anlaşılabilir ama, kartondan kutular var, içlerinde köpekler yatıyor battaniye var aynı zamanda kutuların içinde, kesilmiş plastik kaplarda da yiyecek ve su.

arabadan çekilen fotoğraf bu kadar olur.
MAC'e bir alkış benden.

çoğu insanın bildiği deniz yıldızı hikayesinden giriş yapmak istemiyorum ama sosyal sorumluluk tam da böyle bir şey. bir arada yaşamanın getirdiği bazı zorluklar var ve gün geçtikçe insanlar arasındaki sosyal, kültürel, maddi farklılıklar çığ gibi büyüyor. toplum olarak yaşamanın getirdiği ve modern 'insan'ın el atması gereken şeyler var. zaten devletlerin görevi olan konular tam da aynı bürokratik kurumlar tarafından aksatıldığında; sürekli söylenmek yerine herkesin atabileceği bazı adımlar oluyor. üstelik benim de içimde bulunduğum, bir çok gruptan daha bilinçli ve eğitime sahip insanların bu gibi şeylere özelikle dikkat ederek tüm topluma ön ayak olması gerektiğini düşünüyorum. peki yapılabilecek neler var, belki kendi açımdan bir kaç fikir ortaya atarsam, şöyle bir tablo çıkıyor ortaya:

- herkesin ofiste veya evinin yakınlarında geri dönüşüm noktaları var. kullanılmış kağıtlar, pet şişeler, cam şişeler ayrı toplanıp bu noktalara bırakılabilir.

- biz ofiste pet şişe kapağı topluyoruz, yolda bile görüyorum ağaçlara asılmış kapak toplama noktalarını, yapılacak tek şey, hepsini bir araya getirmek. ne kadar zor olabilir ki. insanlar bunlar için projeler yapıyor, bize ise sadece katılımcı olmak kalıyor..

- her yerde dönen, kapının önüne bir kase su duyularını görmüşsünüzdür, evsiz hayvanlar için.

- evden ofisten çıkarken ışıkları kapatmak? yani bunu söylediğime bile inanamıyorum ama her gün gözlemliyorum gerçekten açık kalıyorlar. askerliğini yapan arkadaşlar anlatırdı, muslukların üzerinde "kullanmıyorsan kapa" tarzı uyarıların olduğunu, cidden uyarıya ihtiyaç var mı günlük hayatta?

bazen düşünüyorum, bunları yapmak ne kadar zor olabilir ki? kimsenin yoğun iş hayatında kalkıp gönüllü topluluklara, projelere, sosyal sorumluluk birliklerine katılacak zamanı olmayabilir ama oturduğun yerden dikkat etmek ne kadar zor olabilir ki?

sosyal sorumluluk diye düşünüyordum tüm bu eylemleri ama yazdıktan sonra anladım ki sadece insan olmak yeterli. biraz düşünceli bir insan olmak.